Kitap

Kız kardeşlerini bul, çemberini yeniden kur

“Kadınlar Şifadır” kitabının yazarı Filiz Telek endüstriyel devrimle birlikte unuttuğumuz kadınlığımızı hatırlamamız için biz kadınlara bir rehber kitap yazmış desem abartmış olmam sanırım. Telek çok genç yaşta düştüğü tükenmişlik sendromunun nedenini sorgularken kendini hem içsel hem de fiziksel bir yolculukta bulmuş. Bu yolculukta tanıştığı kadınlardan biri kehanetiyle yolunu aydınlatmış ve kendi gerçeğini, yaşama dair unuttuğu her şeyi kadınlarla bir araya gelerek hatırlamaya başlayacağını anlamış. Kadınlar Şifadır, kendimize yaptığımız yolculuk kadar adet kanımızı, rahmimizi nasıl onurlandıracağımızın da rehber kitabı diyebilirim. Kitapta okuyacağınız ritüeller ya Telek’in kadim kültürlerin yaşadığı coğrafyalara seyahatleri sırasında ortaya çıkmış ya da içindeki bilgiyi hatırlamasıyla…

Eğer kadınlar olarak kendimizi yeniden onarmazsak ve bir arada olmazsak ileride dünyayı çok daha zor günler bekliyor. Kadınlar içlerindeki şifayı yeniden bulmaya ve kadınlıklarını onurlandırmaya Filiz Telek’in satırlarını okuyarak başlayabilirler. Kitapta yer alan bilgiler ve ritüeller o kadar kıymetli ki unuttuğumuz kadınlığımız için daha uzun yıllar bize yol gösterici olacaktır hissi doğurdu içimde. Bu söyleşiyi de içimizdeki şifaya uyanma niyetiyle yaptım. Telek, bütün kadınların ve dahi erkeklerin de dünyayı, öz kaynakları korumaya, büyütmeye yetecek şifayı barındırdığını düşünse de mağdur olanın yani kadının bu bilginin peşine düştüğünün altını çiziyor. Şunu da asla unutmayalım ki; kadın hizalanınca beraberindekiler de onunla hizalanır, şifalandıkça da etrafını şifalandırır. 

Kadınlar şifadır diyorsunuz ama kadınlar kendilerine şifa olmayı unuttular. Artık hatırlama zamanı mı geldi dersiniz? 

Genel olarak bütün insanlık ailesi için hatırlama zamanı. Tekrardan yaşamla ve yaşamın, yeryüzünün döngüleriyle uyumlanma ve hizalanma zamanı. Öncelikli olarak doğası, bedeni, bedensel döngüleri gereği bu tür bir çağrıyı duymaya ve hatırlama sürecine girmeye kadının daha yatkın olduğunu düşünüyorum. O yüzden kadınlar şifadır. Ama bu davet bütün insanlık ailesine bence. Uzun zamandır sadece kadını değil; hayatı, yeryüzünü sömüren ve tüketen bir yaşam kurgusu ve insanlık bilinci var. Ayrılık bilinci dediğimiz şey, seni ve beni ayıran, beni ve diğerini ayıran, var oluşun kaynaklarının kıt olduğuna ve kaynaklar için mücadele edilmesi, rekabet edilmesi gerektiğine inanan şey. O yüzden güç ve kontrol odaklı bir kültürden bahsedebiliriz. İsmine ataerkil de diyebiliriz, endüstriyel devrimle birlikte yavaş yavaş yerleşmiş kapitalist sistem de diyebiliriz. Ama çok önemli değil bence adına ne dediğimiz. İçine baktığımızda ne oluyor, nasıl bir dinamik var, nasıl bir dünya görüşü ve inanç sistemi var? Bunları anlamak önemli. Benim en temelinde gördüğüm şey ayrılık; yaşamın zenginliğinden, çeşitliliğinden, bütünlüğünden insanın bilinç olarak kopmuş olması ve bundan kaynaklanan bir mücadele hali. 

“KADIN HİZALANDIĞI ZAMAN ERKEK DE HİZALANACAK”

Kadının kontrol altına alınışı da bu sistemin bir sonucu değil mi?

Yeryüzünün ve doğanın insan kontrolü altına alınmasıyla kadının aynı baskıya maruz kalması eş zamanlı. Tarihe baktığımız zaman benzer bir paralellik görüyoruz bununla. Bu çok manidar bence. Ve çok uzun zamandır bu hâkim kültürün altında kadının daha çok nefesi kesildi. Mağdur olan her zaman değişime, dönüşüme daha heveslidir değil mi? Bir yandan da bu mağduriyetin sadece erkeğin, kadının üzerinde kurduğu tahakküm olduğunu düşünmüyorum. 

Kitabınızda da erkeklere dair böyle bir yargı yok.

Evet, “kadın bu durumda çünkü bu erkeğin suçu” yaklaşımı yok bu kitabın. Zaten davetim kadının hep içeriden hatırlaması, uyanması, güçlenmesi üzerine. Hem içeriden hem de kadınlarla kol kola dayanışarak bunu yapması. Ve kendi ruhunu dinlemesi, yeryüzüyle ve toprak anayla bağlantı kurması ve oradan hizalanması. Kadın hizalandığı zaman erkek de geriye kalan tüm varlıklar da hizalanacak. Benim teorim bu. Bu geçiş sürecinde o açılımın özellikle kadından geleceğini düşünüyorum.

Filiz Telek

“YA DOĞANIN DÖNGÜLERİYLE HİZALANACAĞIZ YA DA SONUMUZU GETİRECEĞİZ”

Geçiş süreci nedir? Nereye geçeceğiz sizce?

Ben kısıtlı algımla bunu tarif edemeyebilirim fakat döngülerden oluşuyor ya yaşam… Evrenin de varoluşun da yeryüzünün de binlerce senelik döngüleri var. Benim anladığım, okuduğum, araştırdığım ve hissettiğim kadarıyla bir döngünün bittiği, yeni bir döngünün başladığı bir eşikteyiz şu anda. Ama geçiş sürecinde daha çok tamamlanan, kapanan şeyi görebiliyoruz. Kaos var, çöküş var, insanlığın yaşam seçimleri kesinlikle sürdüremeyeceğimiz boyutta. Doğayla, toprakla ilişkimiz, atıklarımız, iklim değişikliği hep insanların yaptığı seçimler sonucu. Antroposen denilen insanın artık yeryüzüne etki yapmaya başladığı bir çağa geçtik. Bu etki zarar ziyan anlamında. Halbuki ben insanın varlıklar aleminde üstün olduğuna inanmasam da özel bir görevi, bir rolü olduğuna inanıyorum. Kadim kültürler de öyle yaşamış zaten. İnsan var olduğu yeri güzelleştirmiş, zenginleştirmiş baktığımız zaman. Oldukları yere, doğaya, yeryüzüne, diğer tüm varlıklara koruyucu, gözeten, hizmet eden rolünde de olmuş insanlar. Bunu yapabileceğimizi biliyorum.  Yapmışız çünkü. Bunları da hatırlamaya dair bir süreç bu. Doğanın döngüleri var, yeryüzünün bir evrimi var. Parçası olduğumuz en üstün organizma da yeryüzü. Onun da kendi evrimi var. Ve biz de onun maddesel varlığının ve bilincinin parçaları olarak ya bu döngülerle hizalanacağız ya da sonumuzu getireceğiz. 

Kitap aynı zamanda bir yolculuğun hikayesi. Siz bu yolculuğa çıkarken sonunun buralara geleceğini tahmin etmiş miydiniz? 

Etmedim. Yolculuk içinde yolculuk var kitapta da hayatımda da. İlk çembere oturuşumdan bahsediyorum kitapta, işte o benim ilk eve dönüş yolculuğumun adımı gibidir. Hatırlama yolculuğumun ilk anıdır. Ben bunu ilk defa 27’nci yaş günümde deneyimledim. Çok güzel kutsal bir armağan aldım yaşamdan. Yaşam bize uyanışları getiriyor, gerektiği kadar dikkatli ve derinden dinleyemediğimiz zaman da biraz sert dokunuşları olabiliyor. Bu kitabın tohumunun atıldığı yolculuk da bir tükenmişlik sendromunun sonunda çıktığım bir yolculuk. 

SÜPER KADIN SENDROMU

Tükenmişlik sendromunun nedeni köklerinizle bağlantıyı unutmak mıydı? 

İnandığım şeyleri yapmama rağmen, hayatta bana dayatılan bir yolu seçmediğim, kendi özgür yolumu seçtiğimi sandığım bir zamanda yaşadım ben tükenmişlik sendromunu. O da çok ilginçti. “Nasıl seçimler yaptım da ben kendimi tükenmiş halde buldum?” sorusunu sorduğumda dışarıda kavga ettiğim, değiştirmeye ve dönüştürmeye çalıştığım sistemi ve kültürü ne kadar içselleştirmiş olduğumu gördüm. O zaman bu değişim ve dönüşüm sadece dışarıda vereceğimiz bir savaş ve mücadele olamaz dedim kendi kendime. Bunun bir içsel yansıması, manevi bir karşılığı olmalı. İçeriyi ve dışarıyı birbirine yaklaştırmak, ilişkilendirmek önemli. 

Biz özgürüz, kendimiz var olacağız, güçlü olacağız derken aslında var oluşumuzun özünü unuttuk öyle mi?

Yanılsama diyelim. Modern kapitalist sistemin dayattığı bir şey var. Kadın, erkek fark etmez kendi ayağının üzerinde duracaksın. Ama orada bazen tek başına güçlü olacağım, kendi başımın çaresine bakacağım, bu güçtür, bu özgürlüktür yanılsaması oluyor. Gözden kaçırdığımızsa şu; yaşam böyle bir şey değil, insan böyle bir varlık değil. Birbirimize ihtiyacımız var, destek olmaya, olunmaya, dayanışmaya ihtiyacımız var. Kadının evdeki kontrol mekanizmasından çıkması, maddi bağımsızlığını kazanması, özgürleşmesi, sokakta iş yerinde kamusal alanda hak ettiği yeri bulması çok önemli. Fakat sonra içine çekildiğimiz sistem kadını süper kadın sendromuna itti. Sistemin ya da rahatça söyleyebilirim bu alan için erkeklerin tanımladığı başarı, performans kriterlerine göre kendini ispatlamak zorunda kaldı kadın. Kitapta da bahsettiğim gibi kaderini takip etmek ya da kırmızı ip, ruhunun ipini tutmak ruhunun rehberliğinde kaderini keşfetmek de var yaşamda. Bu bir tekâmül yolculuğuysa ki benim inancım bu; kitap da bu hipotezden yola çıktı. Tükenmişlik sendromunu yaşadığımda bunu fark ettim, hala eski sistemin koşullandırmasını içimde taşıyormuşum çünkü başarıya, performansa odaklı büyüdüm. Üniversite sınavında derecem var. Boğaziçi Üniversitesi işletmeyi bitirdim. Çok derin koşullandırmalar vardı yetiştirilişimde. Yüzleşince de “Dişi bilgeliğin mevcut olduğu yaşam nasıl olur?” sorusunu sordum bir kadın olarak. Ama dişi bilgelik dediğimiz de sırf kadına ait bir vasıf değil bence. Kadın o dişi bilgeliği bedenliyor. Biyolojisinden ve kendi bedensel döngülerinden dolayı daha yatkın ama dişi bilgeliği kaybettiğimiz için dünya bu halde. 

Kadın şifadır

“ÇEMBERE OTURDUĞUM AN HAFIZAM AKTİVE OLDU”

“Kız kardeşlerini bul, çemberini yeniden kur” derken bu ruhani mi yoksa gerçek bir çember mi?

Aslında hem ruhani bir şeyden hem de gerçek bir çemberden bahsediyoruz. Öncelikle çember, kadim bir pratik. Yine kitapta çember bölümünde anlatıyorum; uyguladığım ritüel kuzey Amerika’dan yerli halklardan bize aktarılmış bir ritüel. Çembere oturduğum an hakikaten o hafıza aktive olmaya başladı. İnsan olarak böyle bir iletişim, ilişki şekli var. Biz bunu hücre hafızamızdan biliyoruz.  Kadim bir pratik ama unutmuşuz. Ben öyle başladım hatırlamaya. Kendi özüme, birliğe, bütünlüğe artık ne dersek adına ona dair olan yolculuğum, kitapta da yer alan labirente yolculuğum öyle başladı. Sonra ruhun karanlık gecesi dediğim deneyimlerim oldu. Hayatın silkelediği anlar vardır. Onlar da oldu yaşamımda, hala da ara ara olmaya devam ediyor.

Çember şeklinde oturmanın da bir nedeni var o zaman?

Çember olup oturduğunuz zaman herkes merkeze eşit uzaklıkta ve birbirinin gözünün içine bakabiliyor. Enerjinin en rahat aktığı formdur daire, çember. Ben tükenmişlik sendromuyla yollara düştüğüm o zaman neye ihtiyaç duyduğumu araştırırken iki şey geldi bana içgüdüsel olarak; birincisi doğayla vakit geçirmek, yabanla, insan eli değmemiş olanla. Gerçekten o vahşi ruhtan bahsediyoruz. Bir de kadınlarla bir araya gelmek. Neden olduğunu bilmiyordum ama o çağrıyı duymaya başladım ben o dönemde. Aynı yolculukta tanıştığım kadınlar da bana kitapta da bahsettiğim kadınlarla ilgili o kehaneti söyledi. Kehanetin üzerinden 3 sene geçti ben ilk kadın çemberi davetimi verdim 2013’te. Çünkü içimde böyle bir çağrı vardı. Kadınlarla bir araya gel çağrısı. Kendi ruh yolculuğumda yürümek için ve kendi kadınlığımla yakından tanışmak için ihtiyaç duyduğum cesaret, farkındalık ve ilhamı kadınlarla bir araya gelirsem bulabileceğimi hissettim. 

“ÇEMBERDEN SANA GEÇEN, YALNIZ VE ÇARESİZ DEĞİLİM HİSSİ OLUYOR”

Çember pratiğinde ne yapıyorsunuz?

Bizim için önemli olan konuları, kıymetli olan soruları belki tek başımıza bakmaya cesaret edemediğimiz alanları araştırdığımız, paylaştığımız bir pratik. Çember oluyor, oturuyoruz, bir kolaylaştırıcı var ve o çemberin daveti önceden verilmiş oluyor. Bir konu, bir soru olabiliyor. Cinsellikten daha çok bahsediliyor ya da yakın ilişkilerimizde yaşadığımız zorluklardan. Her çemberin ayrı bir teması ve daveti olabilir. Çemberin bir adabı var, güvenli ve içten, kendimiz olabileceğimiz, başkalarının aynalığında ve şahitliğinde yargısız bir alanda kendimizi bile daha iyi duyabileceğimiz bir alan açılıyor orada. İçeriye bakma cesareti, içeriyi duyma ve seslendirme cesareti gibi. 

Çok zor…

Başta bana da zor geliyordu. İlk birkaç yıl pek bir şey söyleyemedim bile çemberlerde. Pratik ettikçe dinleme becerim gelişti hem kendimi hem alanı. Çünkü her şey söze dökülmüyor. Dinlemeyi ve sezgileri geliştiriyor çember. Çemberden sana geçen his de yalnız ve çaresiz değilim hissi oluyor. Benimle benzer deneyimler yaşayan pek çok kadın var. Benim geçtiğim yerden daha önce geçmiş ve belli bilgelikleri kazanmış danışabileceğim, destek alabileceğim kadınlar var. En kıymetlisi bu sanıyorum. İnsanın kendine şahit olabilmesi cesaretini veriyor çember.

“KADINLARIN ŞİFASININ YAKILARAK CEZALANDIRILMASI HEPİMİZİN BİLİNÇALTINI ETKİLEMİŞ”

Kadınları birbirinden uzaklaştıran, kız kardeşliğimizi unutturan ataerkil hayat mı yoksa insanların -kadın erkek ayırmadan soruyorum birbirlerini çekememeleri mi? 

Ama bunlar semptom, sebep değil. İçi boşalmış ve ayrılık bilincinden gelen dünya görüşünün semptomları bunlar. Yalnızlığın, bağlantı eksikliğinin, insanlar arasında samimi, kalpten bağların olmayışının, güvensiz hissedişimizin sonucu. Kız kardeşlik konusu da cadıların yani şifacı kadınların yakıldığı dönemlere kadar gidebilir. Oradan tohumu ekilmiş sanki bu korku kültürünün. Bence kadınların bir arada oluşu, şifalarını pratik edişleri cezalandırılmış gibi oldu. Bu coğrafyada gerçekleşmese de bu tür büyük travmatik olayların bütün insanlık bilincine etki ettiğini düşünüyorum. Kadının gücünün, şifasının yakılarak cezalandırılmış olması hepimizin bilinçaltına etki etmiş bir süreç.  

“BU KİTAP ÇIKARKEN ÇOK ENDİŞELENDİM”

Regl demekten, adet demekten korktuğumuz bir toplumda böyle bir kitap yazmak cesaret ister. 

Benim özgür bir yaşamımın olması korkmadığım anlamına gelmiyor. Bu kitap çıkarken çok endişelendim. İki yıl boyunca durmadan yazdım ama son noktayı koyup kitabı baskıya gönderdiğim zaman epey kaygılandım. Tabu yerlere dokunuyor çünkü. Ve ben bunun endişesini hissettim.

Sosyal medya olmasaydı bu kadar çabuk uyanır mıydık? Mesela yeni yeni reglden, kadın orgazmından bahsetmeye başladık… Artık daha az mı utanmaya başladık? 

Tabii ki sosyal medyanın çok etkisi oldu. Bu şekilde geniş kitlelere ulaşmak, nispeten güvenli bir şekilde kadınların bu bilgilere erişmesi, kadınların bu konularda daha rahat bilgi edinebilmesi adına çok kıymetli sosyal medya. Aslında doğal ve normal konularla ilgili tabuların dönüşmesi adına da büyük bir hizmeti var. @rayka kumru, @ay_nine, @yuvalunacom gibi Instagram hesapları neredeyse devrimci hareketler. Kültürel dönüşüm için önemli katkıları olduğunu düşünüyorum. 

Kitapta önerileriniz, tefekkür soruları ve pratikleri var. Bu yazılanları uygulayan kadınların hayatında ne değişecek?

Bilmiyorum ama önemli olan bir kadının bir şekilde kendini tanımaya, kendi yaşam yolculuğunu keşfetmeye, ruhunun rehberliğine erişmeye ve ruhuna sadık olmaya adanmış olması, kitapta bahsedilen her şey buna yönelik. Karanlık taraflarımız da dahil kim olduğumuzla yüzleşmemiz. Kadının “Niye bu yaşamdayız?” sorusunu sorarak, dayatılmış kalıpların ötesinde bize ait o biricik yaşamı sürdürmeye adaması kendini. Bunu teşvik etmek için bütün sorduğum sorular ve pratikler. 

“KADIN NE TANRIÇADIR NE DE CADI”

Yüzyıllardır cadılık ve tanrıçalık arasında sıkışan kadın aslında kim? 

Kadın ne bir tanrıçadır ne de cadı. Bunlar arketiplerdir ve insan psişesinin birebir özdeşleşmemesi gereken enerjilerdir. Ama kadında farklı arketiplere dair pek çok vasıf vardır. Bunları bilip tanıması, tüm parçalarını bir bütün olarak kucaklaması kadının kim olduğunun kendi vereceği yanıtıdır.

 

©mümkün dergi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

Sinem Gündem
İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik bölümünden mezun oldu. 22 yıldan bu yana televizyonların haber merkezlerinde çalıştı, haber programları çekti. En büyük tutkusu yazmak ve soru sormak.