Doğa

Dünyayı ben mi kurtaracağım?

Aslında dünya kendi kendini iyileştirebiliyor. Tıpkı bedenlerimiz gibi muhteşem savunma sistemleri var. Tek yapmamız gereken biraz geri çekilmek ve ona kendini onarması için yardım etmek… Bu geri çekilip sakinleşmenin olumlu bir yan etkisi daha var: Kendimizi de kurtarmak…

Birkaç ay önce kapsül buluşmalar ismini verdiği 20 dakikalık canlı Instagram sohbetine davet edildim. Konu tam benlik olsa da kısa konuşmayı hiçbir zaman beceremeyen benim gibi biri için süre biraz endişe vericiydi. 20 dakikanın ardından ev sahibim sevgili Aylin Gezgüc’ün yaratmak istediği etkiyi fark ettim. Bizler kelimelere değil de meselelere odaklandığımızda gerçek dönüşümü yaratmaya başlıyoruz. 20 dakikanın ardından birbirimizde bıraktığımız etkiyle el ele tutuştuk. 

Sizi “Dünyayı Ben Mi Kurtaracağım?” kitabının da yazarı olan Aylin Gezgüç ile tekrar bir araya gelerek gerçekleştirdiğimiz keyifli sohbetle baş başa bırakıyorum. 

“Dünyayı kim kurtaracak?” sorusunu her gün milyonlarca insan kendi kendine soruyor. Dev şirketler varken benim bireysel çabam ne işe yarayacak diye düşünüyoruz. Gerçekten de dünyayı kim kurtaracak? Benim bireysel çabam, en basitinden çöpleri ayrıştırmam mesela gerçekten işe yarıyor mu? 

Bir dönem iklim krizi var mı yok mu diye konuştuk. Benzer şekilde, biyoçeşitlilik kaybını sadece çevresel üzücü bir durum olarak varsaydık. Dinozorların da sonu gelmişti, doğal seçilim dedik ve çıktık kenara. Tabii dinozorların sonunu dünyaya çarpan bir göktaşı getirmişti. Biz de bu dönem kendi ellerimizle bir göktaşı yaptık. Yeni çıkan “Don’t Look Up” filmini bu gözle izleyince, nasıl inkâr içinde olduğumuzu ve “şeylere” olan bağlılığımızın bir nevi fetişe dönüşerek gerçekten değerli olan şeyleri yok ettiğini görebiliriz. Kendi etkimizin küçük ve değersiz olduğunu zannederken bir yandan da aslında ihtiyacımız olmayan şeylere uydurduğumuz değerlerle kendimizi “değerli” kılmaya çalışıyoruz. Paradoks yaratıp içine hapsolmuşuz. Kendimizi giderek küçültürken doğada bıraktığımız etki ile tahribatı büyütüyoruz. 

İstekler, ihtiyaç haline getiriliyor ve bizler de buna uyarak kendimizi “değerli” kılıyoruz. Ancak bunun doğurduğu etkiye bakmak gerekiyor.  İngiltere’de her yıl kişi başı 35 kg tekstil atığı ortaya çıkıyor.  Ortalama 7 kez giyilen kıyafetler için her yıl 200.000 ton su israf oluyor ve 70 milyondan fazla ağaç kesiliyor.* Bunlar toplam rakamlar. Bu bilançonun bir parçasını da bizler, tercihlerimiz ile oluşturuyoruz. Etkiliyoruz. 

Giyiminizde doğaya dost tekstil ürünlerini seçmeniz, eskidiğinde ya da hasar gördüğünde onarmayı tercih etmeniz, gerçekten kirlendiğinde yıkamanız sayesinde tüm bu âtıl ve atık yaratan sistemi değişime zorlayabilirsiniz. Çünkü tercihlerimizin sonuçları sadece bizi değil çevremizdeki her şeyi ilgilendiriyor. 

Dünyayı kurtarmaya çalışmak isteği içinde fazlasıyla hayal kırıklığı da içeriyor. Çünkü talan her yerde ve talan edilen doğayı, umudu düşündükçe insan kendini çok daha fazla okyanustaki bir kum tanesi gibi hissediyor. Bu hissi nasıl bertaraf ederiz? 

Geçenlerde Filiz Telek ile bir Instagram canlı yayını yaptık. Instagram hesabım @aylingezguc’te IGTV kayıtlarında yer alan bu programımızda bir öneri çok vurgu kazandı: “Yalnız kalmayın”. Birliktelikler ve ortaklıkları arttırarak kabilemizle birlikte onarıcı yaklaşımları beslediğimizde hem kendimizi hem de toplumu iyileştirmek mümkün. Programda önerileri sıraladık: ritüeller, çember buluşmaları ve atalarımızdan gelen sadelik, anlam ve köklerimize dair bilgiler iyi geliyor bizlere. İnsan sosyal bir canlı, bir başkasına her zaman ihtiyaç duyar. Bir başkasının coşkusu, vizyonu her zaman ona canlılık katar. Kolektif hareketler, birlikte etki örnekleri konu iklim krizi olduğunda her geçen gün giderek artıyor, bir sosyal etki pusulası olarak yazdığım “Dünyayı Ben mi Kurtaracağım?” kitabımızda da bu örneklerden bulabilirsiniz. 

“HER BİRİMİZ DÖNÜŞÜMÜ SEÇERSEK BÜTÜN DE SEÇER”

Unesco’nun 12 maddelik kazanılması gereken evrensel değerler listesi var, siz de paylaşmışsınız. Alçakgönüllülük, barış, birlik, dürüstlük, hoşgörü, mutluluk, özgürlük, saygı, sevgi, sorumluluk, sadelik, yardımlaşma… Bu değerler sonradan içselleştirilir mi? 

Kitaptan bir alıntı ile cevap vermek isterim: “İnsanlar kötü olmayı seçmiyorlar, bazen iyi ile kötüyü ve uzun vadeli etkileşimleri ayırt edemiyorlar. Sistemler yanlışlar içinden seçim olanağı verirse yapılan seçimlerin doğru olması mümkün değil.”** Fakat bu sistemleri de biz inşa ediyoruz ve nasıl inşa ediyorsak yine öyle değiştirmek de mümkün. Sistemi destekleyen değerleri dönüştürmek buradaki anahtar. İnsanın rasyonel, bencil, değişmez ve hedonist olduğu algısı ile hareket edersek öyle sistemler kurarız ve bunun içine insanı, fetişleri ile birlikte hapsederiz. Marketing çalışmaları da insanların zaafları üzerinden gider ve bu döngü böyle devam eder. Bunu değiştirebiliriz. Her birimiz bunu seçersek bütün de seçer, çünkü biz sosyal varlıklarız. Mükemmel tüketici rolünü mükemmel oynamak yerine mükemmel türetici ve onarıcı rolüne geçme zamanı geldi! Yeni yıl bunun için harika bir fırsat, pek çok açıdan ruhlarımızı da iyileştirecek bu harekete davet ediyorum tüm okurlarımızı. 

Alçakgönüllülüğü ya da hoşgörüyü birine sonradan nasıl anlatabilir ya da öğretebilirsin?

İnsana ilişkin yaygın kötücül algı değiştirilmeli önce. Sonra kendimizi keşfetmek ve mevcut olanı yeni alıştırmalarla daha pozitife dönüştürmek gerekiyor. Kısacası bu basit bir değer aşılamadan daha fazlası, kişi bunu kendisi yapabilir. Kitabımın ilk iki bölümü koçluk araçları ile bu yolculuğa arkadaşlık ediyor. Yine kitaptan bir alıntı ile cevaplamak isterim. “Kahneman, insan beyninin, anlık tepkiler veren Sistem 1 ve derin düşünme becerisi gerektiren Sistem 2 olmak üzere iki sisteme sahip olduğunu belirtiyor. Sistem 1’in manipüle edilmesi ile bizler bu düzeni devam ettiriyoruz. Sistem 2’nin devreye girebilmesi için ise bizim parasempatik sistemde olmamız yani yaratıcı, sağduyulu, üretken hale geçmemiz gerekiyor.” Parasempatik sistemi harekete geçirmek için önce bizi anlık tepkilere götüren kendi sabotörlerimize direnmek gerek. Her birimiz bu iç seslere sahibiz. Fakat aynı zamanda Sistem 2 gibi öğrenen, değerlendiren, yani sabotörlere direnecek akla da sahibiz. Olumlu etki doğuracak insani değerleri öğrenmek, önce kendimizden başlayacaktır. Bizi manipüle eden olumsuz duyguları bir zaman sonra zihin kendi kendine yönlendirmeye başlar. Sistem 1’in manipülasyonu aslında kendi kendini sabote etmek, öğrenme alanına geçemeyecek kadar güvensizleşmeyi getirir. İnsanın öğrenme yolculuğunun ilk adımında kendine takdir cümleleri ile yaklaşması, eksik gördüğü yerlerde sağlıklı bir ebeveyn sesiyle kendi ile konuşması bu düzeni kıracaktır. Sizi öğrenme alanını keşfetmeye itecek aktivitelerden, dostlardan, mekanlardan kendinizi esirgemeyin. Olumlu değişim için sabotörlere karşı kendinizi iyileştirin.

“Siz bir etki tasarımından söz ediyorsunuz amacı da bireysel etkimizi anlamak. Bu tasarımı nasıl yapmalıyız? Güçlü yönlerimizin farkındalığına nasıl ulaşacağız?

Güçlü yönlerinizi bir meseleyi ele alırken keşfedebilirsiniz. Potansiyeliniz yolda olarak kendini gösterir. Bu esnada etki alanı, etkileşim alanı ve ilham alanının farkında olarak ilerlemek önemli. Sosyal medya sayesinde artık hepimizin ilham alanı var. Öncelikle kendimizi tanımak, kendi doğamızla buluşmak ve kendi sesimizi -ki bu ses dünyada başka bir kimsede yok- neyi seslendirmek için kullandığımıza ve bunu nasıl değiştirebileceğimize bakmak gerekiyor. Markaların sözcüsü biziz örneğin, hangisini niye seçiyoruz ve bunu nasıl gösteriyoruz? Bu bile bir etki alanı meselesi. Etki alanını tasarlamak demek Dünyayı kurtarmak için harekete geçmek demek. Kitapta bununla ve güçlerimizi keşfetmekle ilgili birçok alıştırmam var.

“İNSANIN TASARIMSAL DEHASINI KONUŞTURMALIYIZ”

Durmanın gücünden de bahsediyorsunuz. Özellikle de acil anlarda kullanmamız gerektiğinden. Neden durmalıyız? Durmak bize ne kazandırır?

Hindistan’daki trafik akışını düşünelim. Maalesef ülkede her saat 53 trafik kazası gerçekleşiyor. Trafik ışıkları bize en temelde ne söyler? Dur. Bekle. Geç. Bizler de panik anlarında böyle yönergelere ihtiyaç duyarız. Peki sizce zihnimizdeki fikirler ve eylemler de bir trafik akışına benzemiyor mu? 

Kendimizi sakinleştirmek ve parasempatik sistemimizi uyarmak bizlerin büyük resmi görebilmesini sağlıyor. Acil anlarda durup sakin kalmak, doğru seçimleri getiriyor. Biz pratik zekâmız ile o an için meseleye bir çözüm getirebiliriz. Ancak dediğim gibi “o an”. Daha uzun vadeli çözümler için insanın tasarımsal dehasını konuşturması ve yine bunun için yaratıcı, sağduyulu yanını sakince keşfetmesi gerekiyor. Böylece olumlu etkiniz sadece size ve çevrenizdekilere değil, mesele edindiğiniz şeyi kapsayan herkese erişiyor ve herkes için kazan-kazan durumu yakalanıyor.   

“ANAHTAR, SİSTEMİN EKOLOJİK BİR EKONOMİYE DÖNÜŞMESİNİ SAĞLAMAK”

Dünyayı kurtarmak için önce kendimizi kurtarmamız gerektiğini anlatıyorsunuz kitapta. Kendimizi nasıl kurtarırız? Kendimizi neden kurtarmalıyız?

Bizim için anahtar, sistemin ekolojik bir ekonomiye dönüşmesini sağlamaktadır. Bu yolculuk empati kazandırıyor insana; hem kendine hem de kendimize her türlü lüksü sağlayan canlı cansız şeylere daha şefkatle bakmayı sağlıyor. Bunun şirket ve kurumsal tarafta adı KSS olarak geçiyor ama kitapta KSS’yi sürdürülebilirlik için bir yolculuk olarak tasarlamayı öneriyorum, tüm paydaşlarla olan ilişkiyi en üst seviyede yönetebilmenin de anahtarı olarak görüyorum. Öyle bir yapı kurmuşuz ki, mahrumiyet bilinciyle hareket eden, mekanik ve doğrusal bir yapı. Her şeyi en kısa sürede artsın ve etkileri ne olursa olsun artsın. Bu bakış açısı kendimizi de etrafımızdaki her şey ile birlikte tüketerek, yok ediyor.

Bu yapıyı değiştirmenin yolu önce kendi değişimini getirerek, kendini kurtarmaktan geçiyor. Kendinizi kurtarmak hem size hem de dünyaya iyi gelecektir. Size iyi gelecektir; bu sayede hayatta size sunulandan daha fazlasına sahip olduğunuzu keşfedeceksiniz. Çünkü ilk adımı atıp kendinizi keşfetmiş olacaksınız. Dünyaya iyi gelecektir; çünkü artık etkisinin farkında olan biri olarak, pozitif bir etki bırakmak için seçimlerinizi, kazandığınız empati ve bütüncül bakış açısıyla inşa edeceksiniz.

“BU KASVETLİ DURUMDAN FİLMLERLE, KİTAPLARLA KURTULURUZ”

Binlerce yıllık dünyayı 300 yılda dengeden çıkardık. Paralize olmuş bir kabul içindeyiz, buradan kalkıp harekete geçmek büyük enerji ister diye anlatmışsınız içinde bulunduğumuz durumu. Ve ekonomik sistemin tüm bilimleri, medyayı, bizim birbirimizle ve çevreyle ilişkimizi olumsuz döngüler içinde etkisi altına almış.  Peki bu paralize olma durumundan nasıl çıkarız? 

Bu kasvetli durumdan kurtulmanın Aylincesini söylüyorum! Filmlerle ve kitaplarla! İlk soruda bir filmden bahsettim, popüler sinema da festival filmleri de sürdürülebilir yaşama dair ufuk açıcı işler yapıyor. Son dönemde yeni belgeseller de bize taze bir bakış açısı sunuyor. Özellikle kendi doğamıza ve Doğaya dair bu yeni bakış açısı gözümüzü açıyor ve bize verilen bir ezberi bozuyor. Bizim de ağaçların da hayvan kabilelerinin de sosyal varlıklar olarak birliktelikten mutluluk ve güç duygusu yaşayan varlıklar olduğumuzu hatırlatan bu bakış açısı, bireyci, rekabetçi, kendisi için hep daha fazlasını isteyen yaklaşımın bunca yıllık zararlarını birlikte iyileştirebilmek için bir umut ışığı da yakıyor bence. Kendimizin aynası yaşamımız. O yüzden kendimize ayna tutan her şey ufkumuzu açabilir. Nobel ödüllü Olga Tokarczuk’un “Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerine” isimli kitabı öyle sade öyle sürükleyici bir anlatımla bunu yapıyor ki… Bunun gibi pek çok kitap ve film referansını kitapta okurlarımla paylaştım. Siz değerli okurlarımız da bu deneyime katkı sağlayabilir, Instagram’da paylaşımlarınızda beni de etiketleyerek sürdürülebilirliğe destek veren sevdiğiniz bir filmi paylaşabilirsiniz. Birlikte dünyayı kurtaran sinyalleri çoğaltabiliriz. Seninle canlı Instagram söyleşimiz de bu anlamda ışık tutucu olmuştu.

Bireysel hareketlerin toplumları değiştirebileceği fikrini kitapta çok güzel açıklamışsınız. Bireysel hareket için nereden başlamalı. Herkes kendi kapısının önünü mü süpürmeli? 

Aslında o hikayelerde kendi kapısının önü kadar başka yerlere el atarak oralardan başlayanlar da var. Tercih size kalmış. Etkinizi keşfettikten sonra o sorumluluk bilinciyle kendi alanınızı iyileştirebilir ya da çok başka bir alanı mesele edinebilirsiniz. Örneğin uluslararası ilişkiler mezunu birisi sürdürülebilir tekstil alanında bir çalışma yapabilir, bahsettiğim örnek yakın zamanda yine bir canlı yayın konuğum olan This is Mana girişimi. This is Mana üretim sonrası atıl kalan tekstil materyallerini markalardan alarak, uygun tasarımlar ile geri kazandırıyor. Bunu da kadın kooperatiflerinin emeği ile yapıyor. This is Mana sadece iki kadın kooperatifi ile bir yılda 10 ton atığı geri dönüştürebiliyor. 

Bu sosyal girişim sürdürülebilir tekstil hedefi ile yola çıkarken toplumsal cinsiyet eşitliğine de katkı sağlıyor. Uğranacak birçok kapı var esasında. O kesişim noktalarını keşfettiğimizde bir dokunuşunuzla kelebek etkisini yaratmış oluyorsunuz. 

Sorumluluk devletten bireylere el değiştirdi diyorsunuz ama dünyanın nüfusu da hiç bu kadar çok olmamıştı. Eskiden hayatta kalma çabası içindeyken kaynaklar bu kadar hoyratça tüketilemiyormuş. İnsan ömrü ya da insan sayısı yetmiyordu belki de. İnsanların değişimini konuştuk, kurumlar, devletleri büyük iş yerleri nasıl sorumluluk alacak? 

Sorumluluk bireysel alana kadar indi diyorum, esas olarak. Şöyle, devlet neo-liberal politikalar ile etkisizleşti ve tüketici kavramı üzerinden şirketler kendilerini temize çıkarır hale geldi. Tüm kurumların ortak iki bileşeni var. Birincisi insan ve diğeri de kaynak kullanımı. Bireysel ve kurumsal alanda bu iki unsurun birbiriyle ilişkisini yeniden tanımlaması gerekiyor. Bunu da ancak sivil bir bilinçlenme ve hareket mümkün kılabilir. Bir uyanma ve kaynakların kıymetini bilmekten bahsediyorum. Ekonomi sınırlı kaynakların etkin kullanılmasını çalışır ama sorun şu ki doğanın muhteşem bereketi içinde her bir canlıya yetebilecek ve döngüsel bir sistemde sınırsız olarak deneyimleyebileceğimiz kaynaklar için verilen savaş bizi kıtlık bilincine itiyor. Bir kuş kıtlık bilincinde değildir, bir maymun da değildir. Bir aslan ve diğer tüm canlılara bakın paylaşım ekonomisi içinde bulduğu ile yetinen, stoklamayan canlılar. Biz kullanmıyoruz, yağmalıyoruz. Mesele kalabalık olmamız değil, kabarık ve doymak istemeyen iştah yaratan sistem. Kitapta bir manifesto var. Kurumların da devletlerin de tüm işyerlerinin ve hatta sivil toplumun da nasıl sorumluluk alacağını anlatıyor. Konuyla ilgili daha detaylı bilgi almak isteyen sevgili okuyucularımız kitaptaki Kolektif Dönüşüm bölümüne bakabilirler. 

“ŞEYLER” YERİNE YAŞAMI SAHİPLENMEK…

Devletleri işyerlerini endüstri devlerini sorumluluk almaya yine bireyler ikna edecek belki de? Karşımızdaki koca koca güçleri ikna için bile bireyselliğe ihtiyaç var sanırım?

Tabii ki öyle. Kitapta Greta örneğini veriyorum. O ısrar ve adanmışlık her şeyi değiştirebilir. Bir tek Greta ile olmaz ama herkes Greta gibi samimi, şeffaf, kararlı, barışçıl ve azimli bir şekilde yaşam için ayağa kalksa ve “şeyler” yerine yaşamı sahiplense, gözünüzde canlandırır mısınız, Dünya’da yaşam nasıl olur?

Dünyayı kim kurtaracak? Aslında bayağı basit, Dünya kendi kendini iyileştirebilir, aynı bedenlerimiz gibi muhteşem savunma sistemleri var. Bizim biraz geri çekilmemiz ve kendini onarması için yardım etmemiz yeterli. Tek kullanımlık her şeyden vazgeçmek, rahattan vazgeçmek değil. Dünyayı kazanmak için atılabilecek en küçük adım. Büyük arabadan vazgeçmek, arabayı değil kendimizi gezdirmeyi seçmek demek. Ben doğaya nasıl bir yük oluyorum ve bunu nasıl değiştirebilirim? Tüm insanların ister ev halinde ister kurum çalışanı kimliğinde tüm becerileri, yetkinlikleri ile çözüm odaklı çalışması gereken ve bundan mutluluk duyarak prestij kazandığı bir döneme geçmek gerekiyor. 

Yeni nesil yaklaşımlardan bahsediyorsunuz, nedir bunlar?

Bireyden topluma doğru giden tasarım alanlarında yeni liderlik modelleri oluşacak. Bu liderlik modellerinden kitapta bahsettim. Bunların ortak özellikleri için de çatı kavramları ortaya koydum. Özetle: “Bu modeller, i) döngüsel yani atık ve atıl bırakmayan, ii) kapsayıcı yani canlı ve cansız varlıkların tümünü kapsayan ve iii) sistemik etkiler üzerinden hem bireyden topluma ve hem de yerküreye pozitif etkiler bırakan bir etki odağında olacak.” 

Geleceğin modelleriyle uyumlanmak dediğiniz nedir tam olarak?

Ne kadar dikkatli ve incelikli sorular! Teşekkürler. Geleceğin modelleri ile uyumlanmak demek, kaynak bilincini geliştirmek, kendimizi de doğayı da birbirimizi de etkin ve değerli bir şekilde ele almak demek. Kitapta eski yapı ve yeni yapı diye ikili bir ayrıma yer verdim. Artık yeni yapıya geçmek için davet açıyorum bunun yollarını da sunarken. Yeni yapı için insana ilişkin kabulleri dönüştürmek, KSS ve sürdürülebilirliği sistemlerimize uygulamak ve ‘Optimum kaynakla nasıl net pozitif etkiler yaratabiliriz?’, sorularına samimiyetle bakmak gerekiyor. 

Mesela içinde bulunduğumuz pandemi ve salgın hastalıkların bitmeyeceği bilgisi bile insanları tüketimden alıkoymuyor. Pandeminin başında biraz içimize çekilip biz dünyaya ne yaptık dedik ama açılmalar başlayınca hoyratça tüketim devam ediyor gibi. Kolektif dönüşüm belki de mecburiyetten gelecektir ne dersiniz?

Doğada +1 şeklinde ilerleyen bir matematik yoktur. Logaritmik bir şekilde ilerler. Bir yerde yaşanan anormallik kısa bir süre içinde anormalleşerek kendini göstermeye başlıyor. Bize göre anormal tabii. O kendi normalini arıyor aslında. Dolayısıyla evet, bizden daha büyük bir düzenin üzerinde yaşadığımızı sadece işimize geldiğinde kavrıyorduk. Artık biraz daha mecbur kalıyoruz. Pandemi dersleri ile kitabı güncelledik, çok dersler alındı gerçekten, umarım o dersler kalıcı olur.

Sürdürülebilir kalkınma, sürdürülebilir kaynaklar üretmenin amaçlarından da bahsetmek isterim. Sürdürülebilir olmak dünyaya, bireylere ne katar?  

Sürdürülebilirlik kelimesinin tek bir anlamı var: Yaşam. Yaşayabilmek için doğaya ihtiyacımız var. Ruhumuz, bedenimiz ve zihnimiz doğanın bir parçası olan bir canlı olarak doğa sayesinde iyileşir. Deniz, su, toprak ve hava bizi yaşama bağlar. Bunlar bizim ortak kaynaklarımız ve onları dikkatlice kullanmalı, korumalı ve onurlandırmalıyız. Bencil düşünceyle de bu geçerli bir öneri çünkü onlar yaşarsa biz de yaşarız. Bereketli düşünceyle ise karşılığı dopdolu ve coşkuyla yaşamak. Coşkunluk ancak içimizdeki ve dışımızdaki doğa ile bağlantılı ve barış halinde olduğumuzda mümkün olur. Bu hakkımızı korumak durumundayız.

“SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK BİR MODA DEĞİL”

Sürdürülebilir kıyafetler yapan moda devleri sizce samimi mi yoksa sürdürülebilir olmak yeni moda olduğu için mi bu modeli benimsemeye başladılar? 

Sürdürülebilirlik marka kimliği olarak büyük moda markaları tarafından benimsenmeye başlandı. Fakat sürdürülebilirlik bir “moda” değil. Uzun vadeli, akılcı çözümleri getiren, kaynakları ve çevreyi önemseyen bir çatı kavram. 

Bu nedenle bütünü görmek gerekli. UNCTAD verilerine göre moda endüstrisi dünyayı en çok kirleten ikinci endüstri. Hiçbir endüstri sadece üretici ve tüketiciden ibaret değil. Üreticinin sürdürülebilir ürün ve tasarımlara yönelmesi, tüketicinin bunları tercih etmesi ve ürünleri yeniden kullanmasının karbondioksit emisyonlarının %33’ünü azaltacağı tahmin ediliyor. Ancak Zero To Market raporuna göre moda haftalarına katılım ile bir yılda 241.000 ton karbondioksit salınımı yapılmaya devam ediyor. Üstelik bu sayıya moda haftasında çalışan modeller, basın mensupları, görevliler dahil değil! Bütünün tüm parçalarını ele aldığımızda birçok detay olduğuna şahit oluyoruz. 

Sürdürülebilir iş dünyası her girişiminde döngüsel ekonomi modeline geçişi hedeflemeli. Meseleyi tüm detayları ile bütüncül bir şekilde, yapabileceğinin en iyisini yaparak ele almalı. Sürdürülebilir yatırımlar geleceğimizi şekillendirecek. Tekstil örneğinde olduğu gibi üretimden tedariğe, tanıtımdan kurum içi iletişime kadar birçok dinamik var. Bu dinamikleri ekonomik, sosyal ve yönetişimsel sürdürülebilirlik perspektifi ile ele almak, net pozitif etki odaklı tasarımlar yapmak kısacası bütüncül olmak bütüne iyi gelecektir. 

***

Dilerim ki uzun yıllar Sevgili Aylin’in daha iyi bir dünya için bırakmak istediği etki alanının hem parçası hem de destekçisi olabilirim. Bu kahramanlık yolculuğunda olmak istediğim yeri Aylin’in kitabında yer verdiği bir alıntı ile ifade etmek istiyorum.

“Bize birbirimizden başka kimsenin yardım etmeyeceğini, eğer elimizi uzatmazsak hiçbir elin bizi kurtaramayacağını biliyoruz. Uzattığınız elde boş, tıpkı benimki gibi hiçbir şeyiniz yok. Hiçbir şeye sahip değilsiniz, hiçbir şey sizin malınız değil, özgürsünüz. Sahip olduğunuz tek şey ne olduğunuz ve ne verdiğinizdir.”

Ursula K. Le Guin, Mülksüzler 

Kaynaklar:

 https://www.whatif.business/blog/moda-endustrisinde-ters-giden-neler-var

Dünyayı Ben Mi Kurtaracağım?, Doğan Yayınları, 2021 

Stern Review: The Economics of Climate Change

https://news.un.org/en/story/2019/03/1035161

https://unctad.org/osgstatement/circular-economy-and-textiles-webinar

https://www.ordre.com/en/static/pdf/ZeroToMarket.pdf

©mümkün dergi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

sebnem-toker
Bournemouth College Büro Yönetimi mezunu. Yaklaşık 30 yıldır üst düzey yönetici asistanlığı yapıyor. 2002 yılından beri kendini kaşif olarak adlandırdığı yolun yolcusu… Yaşamın Direksiyonunda atölyesinin kurucusu ve Profesyonel Jungian Koç. Koçlukta Sanat Terapisi, NLP, metafizik, hipnoz ve Seraphim Blueprint uluslararası uygulayıcı eğitmeni.